Masumiyet karinesi kimler için?


Suçsuzluk karinesi, anayasamızın 38/4 maddesinde bir temel hak olarak düzenlenmiştir. Yargıyı, “oğlan bizim, kız bizim” tekerlemesi içinde görenler ne yazık ki suçsuzluk karinesini her olay ya da davada eşit bir biçimde uygulamamaktadır.
Mart ayında, Ensar Vakfı’nda bir öğretmenin erkek öğrencilere cinsel istismarda bulunduğu haberi iki şeyi ön plana çıkarttı. Biri “gizlilik” kararı, diğeri bu kararın gerekçesi “masumiyet/suçsuzluk” karinesi. Mahkeme, “bir kişi kesinleşmiş mahkûmiyet kararı olmadan suçlu sayılamaz, bu nedenle bu davada gizlilik kararı veriyorum” dedi. Bu kararın doğruluğunu değil ama dayandığı hukuksal müessesleri reddetmek mümkün değil. Suçsuzluk karinesi, anayasamızın 38/4 maddesinde bir temel hak olarak düzenlenmiştir.

Yedi yıl önce bugün
Yıl 2009… Nisan’ın 13’ü… Saat, sabahın beşi… Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Genel Başkanı, kanserle mücadele eden Türkan Saylan’ın evi Emniyet tarafından basılıyor. Suçlama ağır. Ergenekon terör örgütüne üyelik. ÇYDD genel merkezinde aramalar, delil olarak alınan belgeler ve bilgisayarlar… 17-18 Nisan 2009… Basında haberler…
ÇYDD Kadıköy şubesinde delil olarak alınan bilgisayar belleğinde “kız çocuklarının askeri öğrencilerle tanıştırıldığı” bilgileri varmış. Haberler devam ediyor. Bakıyoruz, haberlerin yapıldığı tarihlerde bilgisayar bellekleri Emniyet’te ve daha açılmamış bile. Mühürlü torbalarda. Al sana masumiyet karinesi.

Akıllara gelmiyor
Bu iğrenç suçlamalar ile ilgili her gün televizyonlarda konuşmalar, tartışmalar. ‘Ergenekon’ üyeliği unutuluyor. Kız çocuklarının pazarlandığı intibaı beyinlere kazınıyor. Kimsenin aklına “masumiyet karinesi” gelmiyor. Kimse bu davada “gizlilik” kararı verelim demiyor. Yetmiyor, ÇYDD yöneticilerinden Prof. Dr. Ayşe Yüksel tutuklanıyor.
Al sana masumiyet karinesi… Aradan zaman geçiyor… Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ndeki bilgisayarlara bu iğrenç bilgilerin, bilgisayar belleği Emniyet’te iken gizlice yüklendiği bilirkişi raporları ile belirleniyor. Yani bu bilgilerin sahte olduğu ortaya çıkıyor. ÇYDD yöneticileri ve ÇYDD ismi beraat ediyor.

Beraate gizlilik!
ÇYDD’ye her gün suçlama yapan basın, bir kez olsun beraat kararını haber yapmıyor. Zihinlerdeki iğrenç imajın kalmasından memnunlar. Sanki beraat kararı için bir “gizlilik” kararı var. Suçlamaları yaz, beraattan haber verme. Al sana masumiyet karinesi.
Geçenlerde bir yemekte aynı masada oturduğumuz bir kişi, ÇYDD’ye yöneltilen suçlamaları tekrar etti. “Bu konuda bir beraat kararı var. Bu suçlama, sahte delile dayalı. Beraat kararını okumadınız mı?” dediğimde, beraat kararı verildiğini bile bilmediğini söyledi. Tabii ki delillerin sahte olduğundan da haberi yok. Yıka beyinleri, sonra doğruyu söyleme. Al sana masumiyet karinesi. Soruşturmayı yürüten savcılar yurtdışına kaçtı. Emniyet görevlilerinin bir kısmı tutuklandı. Bir kısmı da yurtdışında,“savcılarının” yanında.

‘Bana var, sana yok’
Ensar Vakfı Başkanı, bir televizyona verdiği röportajda “ÇYDD’ye de benzer suçlamaların yapıldığını” söyledi televizyonda. Konuşmasında, suçlamaların sahte delillere dayalı olduğundan veya ÇYDD’nin bu iğrenç suçlamalardan beraat ettiğinden söz etmedi. Televizyon kanalına bu konuda bir açıklama yapması gerektiğini yazdık. Cevap yok. Açıklama da yok. Masumiyet karinesi bile “bana var, sana yok” noktasında Türkiye’mde.
Yargıyı, “oğlan bizim, kız bizim” tekerlemesi içinde görenlerin ülkemiz hukukunu getirdiği nokta bu. Rahmetli Türkan Saylan ile birlikte kaleme aldığımız son nefeste son savunma isimli kitapta son söz olarak şunu söylemiştim: “Hukuk hepimiz içindir. Hukuku hiçe sayanlar, bir gün hukuka muhtaç kalmışlardır. Tarih böyle söylüyor.”

Av. HÜSEYİN KARATAŞ
ÇYDD avukatı ve Onur Kurulu Üyesi
Ülke Politikaları Vakfı Başkanı

Kaynak :
https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/olaylar-ve-gorusler/masumiyet-karinesi-kimler-icin-514709

Gitmemek üzerine siyaset


Eskiden muhalefetteki siyasi parti iktidara gelmek, iktidardaki siyasi parti ise tekrar iktidara gelmek için çalışırdı. Yolsuzluklar ve ispat edilen yalanlar iktidarı kaybettirirdi. Şimdilerde ne yolsuzluk ne yoksulluk ne yasaklar nede aleni yalanlar ülke iktidarını kaybettirmiyor.

17-25 Aralık yolsuzluk iddialarıaraştırılmadan, soruşturulmadan kapandı. İktidar,iktidardan gitmedi. Yoksulluk aldı başını gidiyor. Yasaklar insanları evlerinde bile tutsak etmiş vaziyette. İktidar, iktidardan gitmedi. Bir nevi meşru sayılmaya başlandı yapılanlar.

“Herkes konuşur, AKP yapar” sloganı ile yola çıkan iktidar, açılım dedi,inkâr etti. Dolmabahçe mutabakatıdedi, inkâr etti. Sahte delillerle açılan davalarla ordu tasfiye edildi,“Paralel’in işi” savunması yapıldı.Paralel de “Paralel devlet” diye anıldı. “Paralel devlet” olmaz! “Paralel iktidar” olur. Eyy iktidar, “kiminle paraleldiniz” diye sorulamadıbile. Paralel çizgiler, paralelliğini bozsanız da kesişir bir noktada. Kesişen iradeniz, gitmemek için yasal zemin hazırlamadaki işbirliği miydi? Bir söylenen bir dakika sonra inkar edildi ama insanların bilgiye ulaşmaları kısıtlandığı için son söylenenler akıllarda kaldı. Basın susturuldu.Gazeteciler hapse atıldı.

Suçlamalar ve hapis…
Cumhurbaşkanı, Mit TIR’larının durdurulması ile ilgili olarak, bunun paralelin işi olduğunu söyledi. “Türkiye bir hukuk devleti olmasaydı bu ihanetin cezası başka olurdu” dedi.Ne olacaktı? Yani ortadan mı kaldıracaktınız haber yapan gazetecileri?
İşte biri de çıktı, bu söylemi emirtelakki etti. Silahla saldırdı Can Dündar’a, “seni yaşatmayacağım”dedi. Hani herkes suçluluğu sabitolana kadar masum sayılırdı? Binlerce yıl önce kabul edilen bu temel insan hakkına ne oldu? Hangi demokrasiden,hangi hukuk devletinden söz ediyoruz? Bir hukuk devletinde bir Cumhurbaşkanı bu sözleri sarf edebilir mi? Suçlama hakkı benim,öldürülme, -olmazsa- hapiste yatma hakkı senin diyebilir mi?

‘Hukuk sadece bana’ mı?
Anayasanın değiştirilmesi teklifdahi edilemez maddelerini yok sayan bir Meclis başkanı var ülkemde.Cumhurbaşkanı bile anayasayı ihlali halinde anayasamıza göre“görmüş değiliz ama” yargılan-abilirken, anayasayı ihlal ettiği açık olan Meclis başkanına dokun-amayan bir hukuk devleti olur mu,yargı olur mu? Bu koruma nereden geliyor? Hani bağımsız ve tarafsız yargı? İktidardan gitmemek için,yargılanmamak için hukuk düzeni yok sayılıyor.

‘Paralel’ partide olur
Geldik siyasi partilere. Muhalefet partileri bulundukları yerden o kadar memnun ki iktidara gelmek gibi bir niyet taşımıyor gibiler.Niyetleri olsa bu konuda bir çabalarıda olurdu. Ama ister iktidarda olsun,ister muhalefette olsun her siyasi partide genel başkanlık, “partinin başında ölmek” yani “gitmemek”üzerine kurulu bir sistem. Hepsi,bütün genel başkanlar genel başkanı olduğu partinin sahibi. Hal böyle iken değişik bir şey oldu. İktidardaki siyasi partinin genel başkanı,Cumhurbaşkanı’nın isteğiyle -talimatıda denebilir- sadece Başbakanlığı değil, genel başkanlığı da bıraktı.

Mantığa da ters
Olamaz! Tüm kabullerin ve alıştırıldığımız mantığın tersine bir durumbu. Partiye üye olmayan, anayasanın 101. maddesi uyarınca partisi ile ilişiği kesilmiş olan Cumhurbaşkanı’nın partinin asıl sahibi gibi davranması nasıl kabul edilecek? Bir paralel arıyorsak asıl paralel bu. Üstelik bu paralel yapıin kâr da edilmiyor. Cumhurbaşkanı“Ne var bunda” diyor. Daha ilginç olanı ne, biliyor musunuz?
Eleman arama ilanlarında aranan elemanda olmasını istedikleri nitelikler yazar ya. “Şu kadar deneyimli,şu kadar eğitim almış biri aranıyor”gibi… Bizdeki durum şu oldu:“Başbakanlık makamına profili düşük birisi aranıyor.
”“Gitmeme”nin başarı ve erdem sayılmaya başlandığı ülkemde “gitmemek”için aranan tek şartın bu olması,partide başbakan seçilmeyenlere“şükür” dedirtebilir de, nasıl hazmedecek müstakbel Başbakan ve nasıl hazmedeceğiz biz yurttaşlar? “AKP genel başkanlığı ve Başbakanlık makamı kaldırılmıştır” diyecekler de,ah hâlâ şu demokrasi ve hukuk diyenler olmasa…

Av. HÜSEYİN KARATAŞ
Ülke Politikaları Vakfı Başkanı

Kaynak :

https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/olaylar-ve-gorusler/gitmemek-uzerine-siyaset-547511

Saylan’ın adını silme çabası

Sağlık Bakanlığı’nın zarar ettiği gerekçesiyle Prof. Dr. Türkan Saylan’ın öncülüğünde kurulan hastaneyi kliniğe dönüştürme çabası hukuki zeminde sürüyor. Cüzzamla Savaş Derneği’nin kazandığı dava Danıştay’da bozuldu. Derneğin karar düzeltme talebi ise daire tarafından reddedildi.

Bugün, 62. Dünya Cüzzam Günü. Cüzzam (lepra), yaygın bir hastalık olarak Dünya Sağlık Örgütü’nün gündemindeki yerini koruyor. Şimdilerde Türkiye’deki tek lepra hastanesi olan Lepra Deri ve Zührevi Hastalıkları Hastanesi kapatılma tehlikesiyle karşı karşıya. Sağlık Bakanlığı, zarar ettiği gerekçesiyle Prof. Dr. Türkan Saylan’ın öncülüğünde kurulan hastaneyi kliniğe dönüştürme kararı aldı. Uygulama, bir süreliğine mahkeme kararıyla durduruldu. Ancak Cüzzamla Savaş Derneği’nin kazandığı dava Danıştay’da bozuldu. Derneğin avukatı ve ikinci başkanı Hüseyin Karataş, “Bazılarının, dokunulmazlara dokunan, kız çocuklarının eğitimi için çaba gösteren Türkan Saylan’ın isminin ülkemizde silinmesi için çaba gösterdiğini biliyoruz” diyor.

Hastane, Prof. Saylan’ın başkanı olduğu Cüzzamla Savaş Derneği, İstanbul Tıp Fakültesi ve Sağlık Bakanlığı arasında, 16 Ocak 1981’de imzalanan protokolle bağımsız başhekimlik statüsü kazandı. Sağlık Bakanlığı ise 6 Ocak 2010’da, yıllarca başarılı hizmetleriyle anılan hastaneyi, Bakırköy Doktor Sadi Konuk Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne bağlama kararı aldı. Protokolü, tek taraflı olarak feshetti.

Avukat Karataş, o tarihten bu yana hukuk savaşı veriyor. Karataş’ın dernek adına Sağlık Bakanlığı aleyhine Ankara 2. İdare Mahkemesi’nde açtığı dava, 3 Şubat 2011’de sonuçlandı. Mahkeme bakanlığın işlemini iptal etti. Kararda, bakanlığın sağlık kuruluşlarıyla ilgili takdir yetkisinin sınırsız olmadığına dikkat çekildi. Cüzzam hastalarının, kendilerini rahat hissedecekleri, müstakil bir hastanede tedavi olmalarının kamu yararına uygun olduğu belirtildi. Kamu hizmeti sunan bir hastaneden kâr amacının beklenemeyeceği vurgulandı.

Danıştay 15. Hukuk Dairesi ise 15 Nisan 2014’te bu kararı bozdu. Bozma kararında, protokolün imzalandığı tarihte 400 binin üzerindeki hastanın, son 5 yılda 20’ye indiği ifade edildi. 2009’da zararla kapatan hastanenin, eğitim hastanesine bağlanırsa, mali ve idari sıkıntısının ortadan kalkabileceği, personele yapılan ek ödemelerde artış olacağı savunuldu.

Bakanlığın kararının kamu yararı ve hizmet gereklerine uygun olduğu belirtildi. Karataş’ın karar düzeltme talebi de daire tarafından reddedildi. Karataş, idare mahkemesinin eski kararında direnmesini beklediklerini söylüyor: “Tam da 62. Dünya Cüzzam Günü olan 25 Ocak’tan iki gün önce, dairenin karar düzeltme istemimizi reddettiğini öğrendik. İdare mahkemesi bu bozma kararına uyabilir veya direnebilir. Anayasa Mahkemesi ve AİHM’ye kadar taşıyacağız.”

Ömürden bir yıl daha mı gitti ?

Şirket olsak her üç ayda bir, yani her ceyrekte ka’r zarar hesabı cıkartıyor oturduk. Son hesap yıl sonunda çıkardı. İnsan olunca yılda bir hesap

çıkartmak yetiyor. 0 da usulen.

Ama baktığımızda gecmis yılın

ilgili beklentileri konuşuyoruz gibi görünüyor. Televizyonlara bakıyorum. “Yeni yılda neler olsun?” deniyor insanlara. “Piyango cıksa ne yaparsın?” deniyor.

Gelecek yılla ilgili beklentimizi yazının sonuna saklayalım da 2012’de neler oldu? Hukuk acısından. demokrasi acısından kazançlar. kayıplar nelerdir? Onlara bakalım önce.

1980 yılındaki darbeden sonra, yılbaşı öncesi Ingiltere’ye gitmiştim. Sanıyorum bir Fransız Ve bir isviçreli arkadaşla sohbet ederken bana Türkiye’de yönetim biçimini sormuşlardı. Askeri rejim olduğunu ve seçme, seçilme hakkının bulunmadığını söyledim.

“Eskiden nasıldı?” dediler.

“Demokrasiydi.” dedim.

“Nasıl bir demokrasi?”

“Yani seçme ve seçilme var. Kuvvetler ayrılığı var.”

“Peki, katılım var mı? Yani, örneğin seçilmiş iktidar mahallenizden bir yol getirmek istiyor. Yasal olarak her şey tamamlanmış. gerekli kararlar alınmış, yargı denetiminden de geçmiş. Mahalle halkı ise yeşili yok edecek bu yolun oradan geçmesini istemiyor. Mahalle halkı oturma eylemi yapıp oradan yol geçirilmesine engel olabilir mi?”

içimden. “Bir otursunlar da görsünler. soluğu işkence odalarında alırlar.” demiş, arkadaşlara “hayır” dernekle yetinmiştim.

C zaman, “Sorması ayıp, ne demokrasisi?” demişlerdi. Aradan otuz iki yıl geçmiş. Bugün de hala bazı şeyleri içimizden söyleyebiliyor, bazılarını

açıktan söyleyebiliyorsak gecen yıllara acırım. Onu bırakın 2012 yılbaşı kartımızda 1215 Magna Carta’clan söz ederek 2012’nin 796 yıl öncesinden daha adil olmasını dilemiştik. 797 yıla acım.

2012’de Hukukun gelişme sürecinde

demokrasi dendiği zaman ilk anlaşılması ge­reken “kuvvetler ayrılığı” tartışıldı. Yasama ve Yürütme organı iktidarını elinde tutanlar. “Kuvvetler ayrılığı gereksiz, yargı olmasa icraat daha çabuk olur” dediler.

2012’de 20.000 sayfalık iddianameler ve bir bucuk milyon, tekrar ediyorum bir bucuk milyon eki bulunan iddianamelerle insanlar yargılanıyor. Bana bir Allah’ın kulu çıkıp Ola “ben bu iddianamenin ve eklerin tamamını okudum” demesin.

Sorması ayıp, bütün bu yazıları okumaya bir değil on ömür yeter mi?

Yargılananlar için istenen ceza ne? ömür boyu hapislik. Yani ömrünün kalan bütün yıl basılarını hapiste geçirecek mahkum olanlar. Barikat ve biber gazı ile 29 Ekim kutlamalar yapıldı.

Topluca Ankara’ya gitmek isteyen insanlara bineceği, bindiği otobüsler çekme halatı bulunmadığı için çıkış noktalarında engellendi Anıtkabir yolu kesildi.

ODTÜ öğrencileri. sırf demokratik görüş bildirme arzuları. protestoları nedeniyle yine 12 Eylül öncesi ve sonrasında olduğu gibi tartaklandı gözaltına alındı.

Öğrencilerine sahip çıkan öğretim üyelerine karsı öyle sevimsiz ifadeler kullanıldı ki… Demokrasi ile bağdaşır tek yanı yok. Memlekette idare edilenler, idare edeni denetlemedikçe, ne kuvvetler ayrılığı kalır re insanlık onuru.

idare eclilenlerin, idare edenleri denetlemesi de ancak hukuk varsa mümkündür.

Bizim yeni yıl için tek dileğimiz. HUKUK VAR OLSUN.

Neler Oluyor ?

2012 yılı enteresan bir yıl oldu.

2010 yılında Arap baharı ile başladık. Bu yıl, cehennem sıcağı yaz ile devam ediyoruz. Havalar soğur da bahar ateşinin sardığı savaşlar biter mi?

Tunus’ta gösteriler başladığında ilk dikkatimi çeken şu olmuştu: bütün dünya basım koro halinde “acaba hangi Arap ülkelerine sıçrar?” baslığı attılar ertesi gün… Sorması ayıp, nereden biliyorlardı?

Demek ki yol haritası belli imiş… 0 kadar belli imiş ki, domino taşı etkisi dediler… Bir devlet başkanın’ korkunç bicimde aşağılayarak sokakta linç ettiler… Birini zincirle duruşmalara çıkarttılar… Biri kaçtı da kurtuldu…

Arap baharı projesi çok büyük bir proje aslında… Dünya süperleri bir taktik değişikliğine gitti. “Ne gidip adamların memleketinde savaşıp adam kaybedeceğim. Veririm silahları onlar savaşır” dediler… Verdiler… Savaştırdılar… Öldürdüler… Ölenler de o ülkenin çocukları oldu… Taktik tuttu… Proje yürüdü…

Kimse. “Peki o silahların parasını kim ödedi?” diye sormadı… Soramadı… Yanıt aslında çok basit… O ülkenin kaynakları tamamen silahı verenlerin kasasına aktı doğrudan.. Bedeller böyle ödendi…

Sıra Suriye’ye geldi…

1989 yılında Uluslararası Ticaret Odası’nın Paris’te düzenlediği teminat mektupları ile ilgili bir toplantıya katılmıştım. Konuşmacı, “Uluslararası teminat mektupların’ ciddiye almayan ülkeler var. Onlara dersini vereceğiz” deyip ülke isimlerini saymıştı… Libya. Irak ve Suriye demişti, Libya hemen o günlerde bir neden yaratılarak vurulmuştu… Irak bir sonra… Suriye ise demek biraz uyum sağladı ki beklendi…

Türkiye ile Suriye can ciğer kuzu sarmaş idi… Peki, bizim dış politikamızın temel noktası “sıfır sorun” değil miydi komsularla?

Birden Suriye düşmanı

Nedenini anlamadan tehditlere başladık…

Tam bu arada uçağımız düştü…

Düştü mü, düşürüldü mü?

Suriye, “düşürdük” dedi… “bak oğlum git… “biz şöyle yaparız, böyle yaparız”… Tehditlen2 bini bir para… Aradan bunca ay geçti, hala belli değil, düştü mü, düşürüldü mü? Rivayet muhtelif…

Suriye direniyor… Hasmane tavrımız da..

Bu arada iran da dedi ki ” Sıra size de gelebilir… Yanıtlarımız ilginçti…

” Ülkemizle ilgili olarak yapılan asılsız ithamlarla dolu açıklamaları ve son derece yakışıksız tehditleri şiddetle kınıyoruz»… Sorması ayıp. ‘sıra size de gelir’ demek, tehdi mi, itham mı? Ben uyarıda ne itham, ne tehait gördüm… Demek ki ben anlamadım…

Sıfır sorundan sıfır komsuya geldik mi? Sorması ayıp, kimse neden Atatürk’ün “Yurtta’ sulh, cihanda sulh” cümlesini hatırlamıyor? Telaffuz edemiyor?

Ben edeyim… Irak. Musul, Kerkük’te mevcut trilyonlarca dolarlık petrole bekçilik yapmak isteyenler olacak elbette… Ama bu olmamalıyız! Biz, “yurtta sulh, cihanda sulh. demeliyiz. Aksi halde “cihanda savaş, yurtta savaş” tehdidi ile karsı karsıyayız…

Işıklar ve Sevgiyle

Neden ?

Haziran ayı sıcaklarla geldi. Biraz bunaldık galiba. Soğuklardan ve bir türlü ısınmayan havadan söz ederken, bir anda nefes alamadığımızdan bahsetmeye başladık.

Toplumsal gündem de inanılmaz bir hızla akıyor önümüzden aynı sıcaklıkta. Nefes alamıyoruz.

Kürtaj yasaklansın mı?

Sezaryenle doğum yasaklansın mı? Her ailenin üç, üç de yetmez beş çocuğu olsun mu?

Bunlar da nereden çıktı şimdi?

Sorması ayıp, özgür, farkında olan her bireyin kendisinin kararlaştıracağı şeyler, neden yeniden tartışmaya açıldı acaba?

Hatırlarsınız; yılbaşı kartımızda 1215 Magna [arta Libertatum’a değinmiş ve bu yıl ülkemizde özgürlüklerin yedi yüz doksan altı yıl öncesinden daha ileri olması dileğinde bulunmuştuk. Ancak görünen o ki, dileğimiz tutmadı. Birinci, üçüncü, derken yirmi beşinci yargı paketleri konuşuluyor ama özgürlükler bu paketlerin içinde değil. En temel kadın birey özgürlüğü bile tartışmaya açılıyor.

Sorması ayıp, neden?

evet”, başkası hak arayınca “greve hayır” demek adaletli mi?

“Bırakalım bu konuları” diyeceğim ama diyemiyorum. Ülkem adına insan hakları adına düşünülmesi gereken şeyler bunlar, “Bir de ben dile getirsem ayıp mı olur acaba?” diyorum. Bir de yabancılara mülk satışı önündeki engellerin kaldırılması konusu var, hepimizi rahatsız eden.

Mayıs 2012 tarihinde çıkartılan bir yasa ile yabancılara mülk satışı kolaylaştırıldı. Bakanlar Kurulu’nun belirleyeceği ülke vatandaşları için mütekabiliyet (karşılıklılık) esası kaldırıldı ve yabancılara satılacak mülk miktarı arttırıldı. Yabancı bir kişiye önceden en çok yirmi beş dönüm arazi satılabiliyorken, bu miktar yeni düzenlemeyle üç yüz dönüme çıkartıldı. (Bakanlar Kurulu isterse bu miktar iki katına da çıkarılabilecek.)

Sorması ayıp, dünyada kaç ülke karşılıklılık esası olmadan başka ülkenin yurttaşına mülk satıyor?

Sorması ayıp, benim yurttaşıma gayrimenkul satışı yapmayan ülkenin yurttaşına biz niye satış yapıyoruz?

Sorması ayıp, benim yurttaşım İngiliz ile, Suudi ile, Amerikalı ile aynı düzeyde gelir elde ediyor mu ki, onu onlarla rekabet eder duruma sokuyorsunuz?

Sorması ayıp, egemen olmak, bütün tartışmaları kazanmak mı demektir? Bize göre, anlaşamamakta da anlaşılabilir. “siz öyle düşünüyor olabilirsiniz, biz de böyle” diyebilmeli egemenler.

Sorması ayıp, kadınların “bedenimiz bizimdir” demeleri neden hak olmasın?

Kadınlarımız seslerini yükseltmeye başladı. Yakındır, yeni kadın kahramanlar göreceğiz bu savunmalarda.

Bu arada, Türk Hava Yolları’nda haklarını arayan ve çalışma koşullarının iyileşmesi için işi yavaşlatan çalışanlar işten atıldı. Yetmedi, bu sektörde grev yapma yasağı getirildi. Bunları da özgürlüklerin kısıtlanması olarak değerlendiriyoruz.

Sorması ayıp, kendi hakkını ararken “greve

Zaman çok çabuk geçiyor. Mümkün olduğunca keyifli bir yaşam sürmek varken, yaşamı yaşanmaz kılmaya ne gerek var?

Bakın, iki hafta önce, mezun olduğum Tokat Gaziosmanpaşa Lisesi mezunlarının her yıl tekrarlanan mezunlar toplantısına gittim. Mezun olalı tam kırk iki yıl olmuş. Ortaokul birinci sınıfta tanıştığımız arkadaşlarımızla tanısal’ tam kırk sekiz yıl olmuş. Söylemesi uzun ama inanın bir göz açıp kapayıncaya kadar geçmiş bu kadar yıl.

Çocukluk ve ilk gençlik günlerimizi yeniden yaşadık.

0 dönemlerdeki yaşam zorluklarının aslında bir şey olmadığı, yaşamın şimdilerde daha çekilmez hal aldığı konusunda mutabık kaldık. Yaşanası günleri de yazabileceğimiz bir gelecek umudu ile…

Işıkla ve Sevgiyle…

Sorsa biri…

Ezik halkımız soru sormaya çekinir. Sorulası sorulara da “sorması ayıp” diye başlar. Hâkimlik yıllarımdan beri beni gülümseten bu tavrı çok beğenirim. (Hâkimlik yılları derken 1978’lerden söz ediyorum… Sorması ayıp kaç yaşında oldum şimdi ben?)

Hukuk denince akla hep çok ciddi bir durum gelir. Hele de son zamanlarda… Tutuklulukların cezaya dönüştüğü şikâyeti mi dersiniz, yargısız infaz mı dersiniz, anayasa ile teminat altına alınmış kişilik haklarının ihlali mi dersiniz, özel hayatın gizliliğinin ihlali mi dersiniz?..

Hani Almanlar söyler ya, “Berlin’de hâkimler” var diye. Yargıya güveni ifade eden bu söz, suçsuz veya haksızlığa uğrama olasılığı olan insanların tek dayanağıdır. Güvenirler, çünkü güvenilir bir yargı olacağına inanırlar. Bizim ülkemizde de yargıya güvenelim demekten başka çıkar görünmemekte. Bunlara değineceğiz zaman zaman.

Ben bu dergide yargının ciddi boyutunu ele alırken biraz gülümseten taraftan başlamayı uygun görüyorum. Sorsa biri…

Sorması ayıp; adalet tanrıçasının gözü niye bantlı? Yoksa yüz kızartıcı bir suç mu işlemiş? Sorması ayıp; adalet niye Tanrı tarafından değil de tanrıça tarafından temsil ediliyor?

Sorması ayıp; en büyük adliye bizdeyse en adaletli yargı da bizdedir değil mi?

Sorması ayıp; duruşma saati 10.00 ise duruşmaya 16.00 da girilmesi normal midir? Sorması ayıp; kadın eşinin kendisini tehdit ettiğini Savcılığa bildirmiş, önlem alınmamış, kocası kadını 27 yerinden bıçaklamış, normal midir?

Sorması ayıp; deprem kuşağı ülkemde binalar en küçük sarsıntıda yıkılıp duruyor. Bir tek müteahhit mi yaptı hepsini?

Sorması ayıp; benzine yapılan zamma karşı dava açabilir miyim?

Sorması ayıp; seçimde şu partiye oy verdim. Mahkemeye başvursam oyumu geri alabilir miyim?

Liste uzayacak. Sizler uzatacaksınız. Yazın bize… Biz dergimizde bunlara yanıtlar verelim. Siz de yukarıdaki sorulara ve sonraki yazılarımızda yazacağımız sorulara yanıt verin. En çarpıcı olanlara gelecek yazımızda “sorması ayıp” kutucuğunda yanıtlarıyla yer verelim.

Biraz sessizlik istiyor insan. Ben de öyle yaptım. Biraz şiir, biraz kitap derken sessizliği buldum. Şiirimin adı “DELİ”

deli

ben…

deliyim deli…

sessizliğin delisi.

korkar bütün akıllılar benden…

sus pus olurlar…

bir kuşları

bir de denizi gördüm… benden daha deli…

kuşlar ha’la’ ötüyor… denizde dalga sesleri…

“Her hukukçu, yüksek gerilime alışmak zorunda”

Biber Gazı Kimyasal Silah mıdır?

12 Mayıs anneler gününde oynanan Fenerbahçe-Galata­saray futbol maçında bir pankart açılmıştı tribünde: “Biber gazı kimyasal silahtır” yazıyordu. Gülümsetti beni. Ama bir o kadar da düşündürdü.

Sorması ayıp, biber gazı kimyasal silah mıdır?

Türkiye’de yaşayan neredeyse herkes biber gazı tatmış durumda. Biber gazı tatmanız için sokağa çıkıp yürüyüş yapmanız, eylem yapmanız gerekmiyor. Evinizde oturur­ken de, büronuzdayken de biber gazını tadabiliyorsunuz.

Bugünlerde komşu Suriye’de muhalifler Devlet’in, Dev­let de muhaliflerin kimyasal silah kullandığını iddia ediyor. Elinde daha güçlü kimyasal ve nükleer silahlar olan güçler de “dersini veririz haa” diye Suriye’ye tepki gösteriyorlar.

Sorması ayıp, kimyasal silahla mı dersini vereceksiniz? Yoksa atom bombası ile mi? Bunları siz kullanırken insan­lık hukuku yok mu? Hukuk, sadece sizin gücünüzün yetti­ği devletlere mi uygulanacak?

Elbette kimyasal silah kullanmak bir insanlık suçudur. Bunu savunmanın hiçbir haklı tarafı olamaz. Peki, kim­yasal olmayan silah kullanmak doğru mu ki? İnsanların birbirlerini din, dil, ırk, mezhep farklılıkları için öldürmeleri normal mi? Bugüne kadar neden desteklediniz çatışma­ları? Neden önlemek için bir adım atmaktan kaçındınız?

Muhalifler, silahları evlerinde üretmiyor. Bu silahları birileri veriyor ellerine. Herhalde “bilgisayar oyununda ol­duğu gibi insanlar birbirini nasıl kırıyor, bir izleyelim” diye­rek değil. Silahları, birbirlerini öldürsünler, bizim çıkarımız galip gelsin diye veriyorlar. Sureyi Devleti de “Kimyasal silahları ben kullanmadım. Kullanan muhaliflerdir. Onlar da Türkiye’den aldı bunu.” diyor.

Bu iddia çok vahimdir. Muhaliflere açık destek veren ve onların yanında olduğunu sürekli söyleyen, olur olmaz her yerde biber gazı kullanan, bundan rahatsızlık duyma­yan bir iktidar var suçlamanın hedefinde. Bir soru işareti doğmuştur kafalarda. Bu karşılıklı suçlamalar, şimdi yeni bir eksen üzerine oturmaya başladı. Bu yazıyı kaleme aldığım “anneler günü”nden bir gün evvel, Reyhanlı’da patlayan bombalar ve ağlayan anneler, yine yürek sızlattı.

Suriye Devleti muhalifleri, muhalifler Suriye Devle-ti’ni sanık sandalyesine oturtmaya çalışıyor.Ama ülkemizi ilgi­lendiren yanı, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” diyen Atatürk Türkiye’sinin, hem de komşu bir ülkede yaşanan bir iç sa­vaşta “bir tarafı destekleyen taraf” olarak görünmesi ve bunun bütün dünya tarafından bu şekilde kabul edilmiş olmasıdır. Bombalar, bu nedenle Reyhanlı’da patlamıştır. Eğer ülkemiz Atatürk’ün yurtta ve dünyada barış ilkesi­ni özümseyip, yaşatmış ve yaşamış olsaydı bu bombalar ülkemizde patlamazdı herhalde. Ülkemizi Suriye’deki ça­tışmalarda aleni taraf olarak görmek, yani savaşa sokmak isteyen organizatörler son derece planlı bir operasyon yapmışlardır.

Muhalifler yaptı dersen, “Desteklediğin adamlar neden yapsın?” sorusu gelecek. Suriye Devleti yaptı dersen “bir savaş nedeni” sayılacak. Her iki tezi de doğrulayan kanıt­lar atılacak ortaya ve her iki tezi de destekleyen ülkeler olacak, belirsizlikler doğacak. Belirsizlikler kalırsa “Suçlu­su bulunmayan dosyalar zaman aşımı süresi dolunca iş­lemden kaldırılır.” hukuk ilkesi burada yürümez. Unutma­yalım ki tarihteki savaşların büyük bölümü, belirsizliklerin aşılamamış olması nedeniyle çıkmıştır.

Reyhanlı’da gerçekleştirilen terör olayını haklı göste­recek hiçbir neden olamaz. 46 yurttaşımız hayatını kay­betmiştir. Evlatlarımız ölmüş, anneler ağlamıştır. Hem de anneler gününden bir gün önce.

Anneler neden ağlar?

Anneler, sevinir ağlar, üzülür ağlar. Anneler, evladı başarılı olur ağlar, başarısız olur ağlar. Bugün televizyon­larda gördüğüm ağlamalar ağlama değildi. Bir ölümdü aslında.

Anneler, evladı ölürse ağlamaz, ölür. Ölür ama ne za­man gömüleceğini bilemez sadece. Bu yılki anneler günü, Reyhanlı’da patlayan bombalardan Türkiye’deki bütün annelerin, yüreği parçalanan, evlatları ile birlikte ölen 46 anneye ağladığı bir gün oldu. Lanet olsun! Bu sevimli der­gide hep keyifli şeyler yazmayı düşlemiştik. Sevimli “sor­ması ayıp”lar üzerinde duralım demiştik.

Hukukun kişi ve zümrelerin değil, tüm halkımızın hakkı olduğunu ve tüm dünyada da bunun böyle olması gerek­tiğini söylemiş, hukuk mesleğinin de bunun sağlanması için yürütülmesi gereken çabalar nedeniyle “yüksek geri­lim mesleği” olduğunu yazmıştık. Her hukukçunun da bu yüksek gerilime alışmak zorunda olduğunu belirtmiştik.

Biz hukukçular yüksek gerilime alıştık alışmasına da, geçen günler, sadece hukukçuların değil, Türkiye’de ya­şayan her insanın yüksek gerilime alışması gerektiği gibi bir sonuç ortaya koydu.

Baksanıza bir futbol maçında bile insanlar “biber gazı kimyasal silahtır” diyor. Bana göre de insanların vücut kimyalarını bozacak her kimyasal, kimyasal silahtır. De­mokrasilerde insanlar kendilerini ifade etmek için illa biber gazı tatmak zorunda bırakılıyorlarsa, bu durumun demokrasi ile bir ilgisi olamaz. Karşınızdakinin de insan olduğunu ve kendini bir şekilde ifade etmesinin yolunun kendisine açılması gerektiğinin hem yurttaşlarımız hem de yönetenlerimiz tarafından bilinmesi savaş değil, barış getirir.

Barış olsun dünyada. Anneler ölmesin, ağlamasın. Sevgiyle ve ışıkla,

Ölen Anayasa Maddesi ?

Biliyorsunuz TBMM Başkanı Cemil Çiçek ‘anayasa’nın 138. Maddesi ölmüştür’ dedi. Anayasanın bir maddesinin olduğunun – hem de meclis başkanı tarafından- ifade edilmiş olması, bir hukuk devletinde kabul edilebilecek bir şey değildir. Eğer bu ifade ediliyor ise o zaman devlete artık hukuk devleti demenin de olanağı kalmamıştır.

Anayasa’nın bir maddesinin ruhuna fatiha okuyan insanlar, acaba anayasanın 138. Maddesinin ne olduğunu merak ettiler mi?

“Mahkemelerin bağımsızlığını düzenleyen anayasanın 138. Maddesi;

Madde 138 – Hakimler, görevlerinde bağımsızdırlar; anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdan? kanaatlerine göre hüküm verirler.

Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz,

Görülmekte olan bir dava hakkında yasama meclisinde yargı yetkisinin kullanılması ile ilgili soru sorulanaz, görüşme yapılamaz veya herhangi bir beyanda bulunulamaz. Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.

Meclis başkanı” bu madde ölmüştür’ dediğine göre:

Hakimlerin, görevlerinde bağımsız olmadıklarını,
Hakimlerin, anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanı kanaatlerine göre hüküm vermediklerini,
Bazı makam, merci veya kişinin yargı yetkisini kullanan hakemlere emir ve talimat verebildiğini,
Görülmekte olan bir dava hakkında parlamentoda yargı yetkisinin kullanılması ile ilgili soru sorulabileceğini,
§ Hükümet ve meclisin mahkeme kararlarına uymak zorunda olmadıklarını,
Hükümet ve meclisin mahkeme kararlarını değiştirebileceğini,
Mahkeme kararlarının yerine getirilmesini geciktirebileceğini
anlamamız gerekiyor.

Peki, 17 Aralık denen milattan sonra yaşananlara bakınca meclis başkanımıza hak vermiyor musunuz?

Hukuk, evrensel değerlerinden uzaklaştırıldığında her insan kendi hukukunu kendisi yaratmak isteyecektir. Çünkü insanlar hukuku kendi dediklerinin kabulü olarak algılamaya başlarlar. Bir de gücün sahibi oldunuz mu, değme keyfine; “beni kimse yargılayama Yargılayacak olanlar da benim suçsuz olduğumu teyit edecek olaniarclır” mantığı, 900 yıl öncesinin mantığından bile uzak.

Atatürk’ün kurmaya çalıştığı, modern, çağdaş Türkiye bugün bunları mı konuşuyor olmalıydı?

Dünya ne hukuk tanımazlar, ne diktatörler tanıdı zamanında_ Ama yaşamda kalan yalnızca hukuk ve özgürlük inadı oldu.

Hukuk hepimiz için.

Hukukun ışığı ile aydınlandığımız günler olsun artık.

YIL 1215 ANA CARTA LIBERTATLIM der ki;

38. Madde: Bundan böyle hiçbir hakim, herhangi bir kimseyi, ilgili olayda doğru ve güvenilir deliller ortaya koymadan dava edemez.

39. madde: Kendi zümresinden olanlar ya da ülkenin ilgili yasalarına uygun olarak verilen bir karar olmadıkça,

Hiçbir özgür kişi tutuklanamaz, hapse atılamaz, mal ve mülkü elinden alınamaz, sürgüne yollanamaz ya da herhangi bir biçimde kötü muameleye maruz bırakılamaz.

40. madde: Hakkı ya da adaleti geciktirmeyeceğiz, Kimseye satmayacağız, kimseye bunlardan men etmeyeceğiz.

DİLERİZ 2012 YILI, 796 YlL ÖNCESİNDEN DAHA ADİL OLSUN…

Yeni bir yıla başladık bile. Yıl geldi, 2012 olu­>• verdi. İlk sayımız bir yıl öncesinde kaldı.

Biz, her yıl, o yıla damgasını vuran hukuk olayını yeni yıl kartımıza konu et­tik ve dileğimiz hep hukukun üstünlüğü oldu. Yukarıdaki yeni yıl kartımızı da sizinle paylaşmak istedim.

Peki neden bu vurguyu yapma gereği duy­duk? Çünkü tutuklu iş adamlarının, generallerin, gazetecilerin ve hatta milletvekili seçilmiş kişilerin hukuk aradığı, tahliye istediği bir yıl yaşadık.

2012 yılının bu yazıyı yazdığım altıncı gününde, Cumhuriyet gazetesindeki Mustafa Balbay’ın köşesinde, bin otuz yedi gündür tutuklu olduğu, üç yüz on üç gündür hücrede tek başına kaldığı ve milletvekili seçilmesinden bu yana da Milli İradenin iki yüz dokuz gündür tutuklu olduğu yazılıydı. Bin otuz yedi gün, üç yıla yakın bir süre. insan ömrü ne ki? Bu kadar uzun tutukluluk süresi sonunda bir beraat kararı verildiğini düşünebiliyor musunuz? Giden ömürden gitti.

Sorması ayıp, milletvekili seçilmiş kişiler tutuksuz yargılansalar, kaçarlar mı? Sorması ayıp, yurtdışında iken hakkında tutuklama kararı verilen ve bu ka­rara karşın ülkesine kendi rızalarıyla dönen kişiler salıverilseler ve tutuksuz yargılansalar, kaçarlar mı? Sorması ayıp, mahkemelerin tutuksuz yargılanan kişiler hakkında mahkûmiyet hükmü vermesi ya­sak mıdır? Sorması ayıp, tutukluluk kural, tutuksuz yargılama istisna mıdır?

Biz yalnızca son soruya yanıt verebilecek durumdayız. Tutukluluk istisna, tutuksuz yargılama kuraldır. Bu, tüm dünyada yüzyıllar öncesinde kabul edilmiş bir ilkedir. Daha eskilerden vazgeçtik, 1215 Magna Carta Libertatum kurallarını yazdık yukarıya. Sorması ayıp Magna Carta neydi?

Magna Carta (Latince: “Büyük Sözleşme”) veya Magna Carta Libertatum (Latince: “Büyük Ozgürlükler Sözleşmesi”), 1215 yılında imzalanmış bir İngiliz belgesidir. Günümüzdeki anayasal düzene ulaşana kadar yaşanılan tarihi sürecin en önemli basamaklarından biridir. Aslen, Papa III. In­nocent, Kral John ve baronları arasında, kralın yetkileri konusunu karara bağlamak amacıyla imzalanmıştır. Kralın, bazı yetkiler­inden feragat etmesini, kanunlara uygun davranmasını ve hukukun, kralın arzu ve isteklerinden daha üstün olduğunu kabul et­mesini zorunlu kılıyordu.

İşte Magna Catra’nın otuz dokuzuncu mad­desinde de yazılı olan bu tutuksuz yargılama ilkesine karşı kırk tane söz söylenebilir. Yok katalog suçlar, yok cezanın üst haddi, alt haddi gibi… Ama hâkimin takdir hakkına ne diyeceğiz? Hâkim, duruma göre takdir hakkını kullanamayacaksa sorması ayıp, yargılamaya ne gerek var?

Bu nedenle yeni yıl kartımızda “hiç olmazsa” 1215 yılında hukukun üstünlüğünün kabul gördüğü o günlerden daha adil bir Türkiye diledik.

Sorması ayıp köşemize sorularınızı da bekli­yoruz, biraz gülümseten. Bir soru geldi, pek beğendim.

“Elektrik faturalarında kayıp-kaçak bedeli adı altında para ödüyoruz. 0 halde sorması ayıp, neden elektriği kaçak kullananlara ceza davası açılır ve idarenin zararının karşılanması istenir? Sorması ayıp, bu kaçak nedeniyle kaçak bedelini zaten biz ödemedik mi? Ele­ktrik kaçak kullanımı bu mantıkla yasal değil midir? Sorması ayıp, kime zararı var?”

Bir yanıtınız varsa gönderin köşemize koyalım.

Gelecek sayıda görüşmek üzere… Yeni yılda da ışıkla ve sevgiyle..+